21 Mayıs 2014 Çarşamba

Allah’a “Şey” Lafzının İzafe Edilmesi Caizdir



Bazıları; “Siz Allah, şey’dir fakat eşya gibi değildir” dediniz ama niçin “Allah cisimdir, fakat cisimler gibi” demiyorsunuz” diyebilirler Ama “şey” dememize lazım kıldığımız sebebin cisimde bulunmadığını söylemek zorundayız. “Şey” kelimesi ile “cisim” kelimesi arasında fark mevcuttur.
Meselenin diğer yanı şudur: “Allah’a cisimdir ama diğer cisimler gibi değildir” diyen kimse ile bizim “Allah şeydir” sözümüz aynı değildir. Bir kere cismin ne olduğunu gördük. Cisim adı üzere yönler sahibi, üç boyutlu, hudutlu, parçalanabilir, değişebilir, sonradan olmadır. Burada Allah cisimdir ama diğer cisimler değil demek adeta Allah’ın üç boyutlu, hudutlu, parçalanabilir, değişebilir ve sonradan olduğunu ikrar ediyoruz daha sonra bu özelliklerle beraber Allah’ın gördüğümüz diğer cisimlerden ayırıyoruz. Bu ise olacak iş değildir Ama şey kelimesi; varlığı olan (var olan) her şey için kullanılır. Dolaysıyla Allah şeydir, ama eşya gibi değildir sözü doğru bir sözdür.  
Allah cisim değildir sözümüze “Allah’a cisimdir ama diğer cisimler gibi değildir” diye karşılık veren kimse bizimle tartışmıyor ancak bir hüküm koyuyor. Hâlbuki biz ilah icat etmeye muktedir değiliz ki bu kimseye karşılık verelim. Bu noktada “Allah’a cisim” ismini verdiniz ama şu ismi niye vermediniz diyecek kimselerde ortaya çıkacaktır. Bu itiraz da haksız bir itiraz değildir. Allahü Teâlâ (cc) bu gibi deyim ve tabirlerden yücedir, münezzehtir. Allah kendisinin bulunduğu şey ile vasfolunur.  
Bizim “Allah şeydir, fakat eşya gibi değildir” sözümüze itirazla “Allah cisimdir, fakat cisimler gibi değildir niye demiyorsunuz” diyenlerin kaçırdı nokta şurasıdır. Bu iki terkip birbirinden farklıdır. Birinde sadece Allah’ın varlığı ispatlanıp, O’nun dışındakiler dışlanırken diğerinde “cisimdir ama cisim” değildir gibi tenakuzlu bir cümle ortaya çıkmaktadır.
“Allah şeydir, fakat eşya gibi değildir” sözü Allah’ı eşyaya benzetmekten tenzihtir. Eşya iki nevidir. Birincisi; fiziki varlığı ile cisim diğeri ise cisimde bulunan arazlar (renk, koku gibi sıfatlar)dır. Bu iki unsurda da Allah’ı tenzih ediyoruz. Allah, hiçbir eşyaya benzemez. Ama “cisimdir ama cisim değildir” sözümüzde neyi inkâr ediyor veya neyi kabul ediyoruz belli değildir.
Bu noktada birileri “siz şey demekle en azından eşya ile Allah arasında isme dayanan bir benzerlik” iddiasında bulundunuz diyenler çıkabilir. Hâlbuki isimde benzerlik, birbirine benzemeyi icab ettirmez. Çünkü bazen isim manada eşitlemeyi reddetme yerine kullanılır. Mesela “Bu kişi, asrının teki kavminin yıldızıdır” denildiği gibi. Bu cümlede bu kişinin asrında onun gibi birisi olmadığını beyan içindir. İsim olarak o asırda yaşayan insanlar birbirine benzemekle beraber bu cümlemizle övdüğümüz insanı diğerlerinden ayırmaktayız. Bunun gibi “Küfür” ve “İslam” sözü sadece isimde benzerlik sağlar fakat mana itibarıyla birbirine zıttır.
Allah’a “şey” denilmesinin caiz olduğu konusunda nakli delil de vardır. Bu konuda Allahü Teâlâ (cc) şöyle buyurmaktadır: “O’nun benzeri olan hiçbir şey yoktur” (Şura Suresi: 11) Allah’a şey isnadı yapılmamı olsaydı, şey olma ismiyle eşyadaki şey’iyet kendisinden nefyolunmazdı (reddedilmezdi). Çünkü iyice incelendiğinde görürsün ki, Allah’ı mahlûkatta benzemekten tenzih etmek istediğimizde şey lafzına muhtacız. Bir ayette de şöyle buyrulur: “De ki: “Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?” De ki: “Ben buna şahitlik etmem. O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım” de.” (Enam Suresi: 19) Eğer “şey” isminin Allahü Teâlâ (cc)’ya söylenmesi mümkün olmamış olsaydı bu ayet-i kerime “şey”i içine alan kelimenin Allah’a izafe edilmesi mümkün olmazdı.   
“Şey” olma, örfte başka bir şey için değil, ancak ispat için verilen isimdir. “Şeysiz” sözü de kendisiyle küçümsemek kast edilmediği zaman da nefyetmenin ismi olur. Şeysiz; hareketsiz, değişimsiz gibi… Yalnız bu noktada “şey” kelimesini küçümseme anlamında kullanan ve kötü anlamları kalplerinde bulundurup kerih bir inanç içinde olanlar “şeyin” zatın dışında bir varlık olduğunu söylerler. Bu gibi durumlarda bu kelimeden kaçınmak ve şey kelimesinin aslını bilmeyenlerin sapmasına neden olmamak gerekir. Ancak şey kelimesi çok zaman bir zatı ispat etmek ve yüceliğini ifade etmek için kullanılır. Mesela bir hakikati reddetmek ve sabit olan bir şeyi reddetmek için “şey’sizdir” kelimesi kullanılır. Bununla birlikte cisimsizdir kelimesi ne övmek ne de yermek için kullanılır.
Görünen âlemde “şey” sözünden zatın mahiyeti anlaşılmadığı gibi “âlimdir, kadirdir” sözlerinden de şey’in zatı anlaşılmaz. Şey kelimesinden anlaşılan ancak varlıktır zatın mahiyeti değildir. Âlim kelimesinde de zatın sıfatını anlarız zatını değil. Ancak birisine cisim derseniz bununla boyutları olan, yönler sahibi olan varlık anlaşılacağından asla Allah’a cisimdir denilemez.  Kaldı ki; şey lafzı dediğimiz gibi Allah hakkında nassla sabittir ve bu hususa inanmak vacip (gerekli)dir.
Tevhid’e uzanan yolda başlangıç teşbih (benzetme) sonu tevhiddir. Böyle olması zaruretten kaynaklanır. Çünkü düşüncelerin idrak etmekten aciz kaldığı şeylerde kelimelerle bir yere kadar meseleleri ifade edebiliriz. Mesela ahiretin mükâfat ve azabının dünya lezzetleri ve azaplarıyla kıyas ederek anlayabiliyoruz. Allahü Teâlâ (cc)’yı da yaratmış olduğu varlıkların kendisine delaleti ile kavrayabiliyoruz. Bunun içindir ki; “âlim veya kadir” ve benzeri sıfatları Allah’a nispet ederiz. Bu kavramları kullanmamak hâşâ Allah’ın cahil veya iradesiz olduğu gibi bir sonuca bizi iter. Ama her halükarda kelimeler, yani âlim gibi bir kelime ilk başta zihinde diğer âlim insanlarla bir benzerliğe neden olur. İşte bu noktada “Allah âlimdir ama diğer âlimler gibi değildir” sözünü yardıma çağırırız ve bununla Allah’ı yaratılmışlara teşbih şüphesini ortadan kaldırırız. Dikkat edin Allah’a bir sıfat veriyoruz ve hemen ardından insanların Allah’ı diğer âlimlere benzetmekten sakınması için “Allah âlimdir ama diğer alimler gibi değildir” sözünü kullanmak zorunda kalıyoruz. Hâlbuki diyebilirsiniz ki; “teşbihten kaçınmak için Allah için âlim lafzını kullanmasak daha iyi olur.” Bu noktada Allah’a âlim denilmesinin nakli ve akli delillerle sabit olduğunu söylememiz lazımdır ve Allah’ın âlim olduğuna inanmak vaciptir Bu böyleyken yani âlim isminde bile zorunlu olarak O’nun başka âlimler gibi olmadığını söylemek zorunda isek Allah’ın kendisi hakkında kullanmadığı cisim kelimesini Allah için kullanmak gerçekten büyük bir cürettir (hadsizliktir).  
İnsanlardan birine Allah’ın “birliğinin” manası sorulduğunda şöyle cevap verdi:  “Bir kelimesi kendinden katlama özelliği olmayan bir bütündür, yine yarım kılma yani parçalanma ihtimali olmayan tamdır. Bütün ve tamın ötesinde bir şey yoktur. O, O’dur. O, öyle bir şeydir ki, O’ndan bahsetmekte dil aciz kalır, düşünmekten de fikirler. O’nu düşünen hayranlık içinde kalır.” Kim Allah’a kendi yanından veya düşünmesi sonucu bir isim izafe eder ve Allah’a cisim derse Allah’ı görünen alemdeki varlıklara ister istemez benzetir.     

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Allah, Cisim Değildir

Cisim, görünen âlemde yer alır ve yönler sahibi, üç boyutlu, hudutlu, parçalanabilir, değişebilir, sonradan olma şeylerin isimleridir. Allah’ın ise misli ve benzeri olmadığını söylemiştik.
Meselenin en önemli noktası şudur: Allah’ın isimlerini akli çıkarımlarla bilmemiz mümkün değildir. Allah’ın isimleri konusunda bilgi sahibi olabileceğimiz yer bize gelen haberlerdir. Cisim ismi hakkında ne peygamberler ne de kendisine tabii olan âlimler bir şey dememişlerdir. Eğer akıl ile Allah’a cisim demek mümkün olsaydı, her ismi Allah’a vermek mümkün olurdu. Zira akılların sayısı kadar isim ortaya çıkardı.
Bu noktada “âlemde birçok fail ve âlim olmasına rağmen gerek fail ismini gerek âlim ismini Allah’a izafe edebiliyoruz da cisim ismini neden Allah’a nispet edemiyoruz” şeklinde bir itiraz gelebilir. Dediğimiz gibi Allah’a isim nispet etmek ancak nakli delil ile sabitse mümkündür. Cisim hakkında delil yoktu. Kaldı ki Allah hakkında kullanılan fail ve âlim gibi lafızları sonradan meydana gelen şeyler gibi vasfetmiyoruz. O’nun ilmi mutlaktır ve sonradan olma değildir. Dolaysıyla Allah’a âlim ismini verirken mahlûkata benzetmek doğru değildir. (Nassla sabit olmasına rağmen) Alim isminde bile durum böyleyken cisim gibi tamamen yaratılmışlara verilen bir lafzı Allah’a nispet etmek yanlıştır, caiz değildir.


18 Mayıs 2014 Pazar

Âlemin Kadim Olduğunu Söyleyenler ve İki İlah Anlayışı



Âlemin kadim olduğunu söyleyenlerin hemen hepsi âlemin, müşahede edildiği gibi kendisini yaratan bir şey olmadan bir şeyden bir şey olma (anadan çocuk gibi) sistemine göre meydana geldiğini söylemektedirler. Bu durum aynen zaman gibi birbirine tabi olarak sürüp gitmektedir. Bazıları da Allah’ı âlemin ilk yaratıcısı (ilk özü yaratan) sonra ise yaratma işlemine karışmayan bir sebep olarak değerlendirmişlerdir. Buna göre heyûlâ, kadim olan eşyanın ilk özüdür. Nihayetinde bu iki görüşünde vardığı yer âlemin kadim olduğu noktasında birleşir. Bunun içinde şöyle örnek verirler. “Toprak kadimdir onun üzerinde biten bitki hadistir.”Bu kimselerin tamamı kendilerince somut olmayan her şeyi reddederler. Onlara göre fikirde düşünülmeyen, nefiste tasvir edilemeyen bir şey yoktur.
Birşeyin bir şeyden olması o şeyin diğerinin içinde bulunup sonra ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. İnsanın kendisinin tümü ile menide, ağacında tohumda yer alması mümkün değildir. Bu inanç, sağlam akıl sahibinin nefsinde şekillenmesi mümkün olmayan bir şeydir. Yani “somut” bir gerçekliği yoktur bu düşüncenin. Her şeyi illa da somut olarak elinde tutmak isteyen kimse daha ilk başta kendisiyle çelişkiye düşmekte ve kendi inancı olan “şeyin bir şeyden olduğu” sözünü kendi eliyle iptal etmektedir.
İnsanın meniden ibaret değil de hem meni hem de ananın yediği gıda maddelerinin bileşkesinden meydana geldiğini söylemek de mümkün değildir. Haydi diyelim ki insan, doğumundan belli bir yaşa kadar gıda maddeleri ile büyüyor ama belli bir yaştan sonra gıda maddelerini ne kadar yerse yesin insan büyümemektedir. Kaldı ki gıda maddelerinin kendisi cansız ve ölüdür. İnsanın gıda maddesi gibi bir ölüden meydana gelmesi imkânsızdır.
Bir şey bir şeyden meydana gelmiştir inancını bir an için kabul etsek o şeyleri meydana getiren şeylere ve meydana gelen şeylere baktığımızda görüyoruz ki; hepsi hadislerde olan özelliklerle kayıtlıdır. Hiçbirinde kadim özellikler söz konusu değildir.   
Ve niçin âlemden olan bir şeyin bir şeyden var olmadığı görüşü kabul edilsin de, âlemden olan her şeyin bir şeyden olduğu kabul olmasın?
Yine biz âlemin bazısının bazısına mekân olduğunu görüyoruz. Âlemin tümünün ilk maddeden veya heyûlâdan meydana geldiğini bir an için kabul etsek bile bu ilk şey bu kadar şeyi taşıyacak mekânı nereden bulmuştur?
Sonuç olarak; âlemden bir şeyin kadim olması mümkün olması hem de sonradan yaratılanlarla iç içe olması nasıl mümkün olur. Bu bir varlığa hem ölü hem diri demek gibi bir şeydir.
Âlemden bir şeye kadim diyen, varlığın özünün heyûlâ olduğunu söyleyen ve bir şey bir şeyden olmadır diye iddia atanların aklı öyle bir akıldır ki ancak akılsızlıkla nitelenebilir. Seslerin arasını görmekle, renklerin arasını da işitmekle ayırt etmek isteyenle (deli ile) bu gibi kimse arasında hiçbir fark yoktur. His ile bilinebilecek bir şeyi histen başkasıyla (atıp tutarak) bilmeye çalışan kişinin aklı kısadır. Bilinmesinin yolu duyu organlarının dışında olan şeyin, bilinmesine duyu organlarıyla ulaşmak isteyen kimse aklı dar olan kimsedir. Her şeyi somutlaştırmak isteyen ve gördüklerine yine gördüklerini baz alarak var eden uyduran kimse aslında delilden hareket etmemektedir. 
Bu gruptan bazılarının “Allah, âlemin var olması için illettir” sözü ile âlemin Allah ile beraber olduğunu (ikisinin de ezeli) olduğunu kast ediyorlarsa bu mümkün değildir. Bu mecbur tutma yoludur. Sıfatı bu olan bir kimse ile âlemin var olması imkân ve ihtimal dâhilinde değildir. Âlem çeşitlidir ve sonradan olmuştur. Kim ki kendi ile bir şey var olursa o nevin sahibi olur. (Âleminde tek olması gerekirdi) Yok eğer bu sözleriyle Allah’ın âlemi yoktan var ettiğini kast ediyorlarsa bu sözleri doğru olmakla birlikte Allah’a illet ismini vermeleri doğru değildir, fasittir. Allahü Teâlâ (cc), Âlim’dir, Kadir’dir, fâil’dir, çok cömerttir. Bütün bu sıfatlar aklen sahih yönleriyle Allah’ta bulunur. Allahü Teâlâ (cc) her olmasını dilediği şeyi “ol” emrini vererek olur. Görünen âlemde bir şeyin var olabilmesi için Allah’ın bu sıfatlara sahip olduğu açıktır. Dolaysıyla birşeyin bir şeyden önce olduğunu söyleyen kimseler öncelikle o şeyin mutlak alim, kadir, fail olduğunu söylemek zorundadır.  
Mani Dini’ne göre “âlemin aslı karanlık ve aydınlıktan oluşmak üzere ikidir. Bu varlıkların yerleri ayrıydı. Aydınlığın bulunduğu yer hep aydınlık, karanlığın bulunduğu yer ise her zaman karanlıktı. Sonra bir gün aydınlık karanlığın yanına gitti ve karanlık aydınlığın içine nüfuz etti. İşte o zaman âlemde meydana geldi” demektedirler.  Bu görüş cahilliğin ta kendisidir. Çünkü aydınlık dedikleri ilk madde karanlıkla birleşmekten hali kalamamıştır. Bu ise onun aciz olduğunu göstermektedir. Ve aydınlığı karanlığın kendisine yayılması anında cahil kıldılar. Zira bilmiş olsaydı karanlığın içine nüfuz etmesinden kurtulurdu. Bunu niye söylüyoruz; zira bu inanca inanan insanlar, aydınlığın kendinde bulunan karanlık yerleştikten sonra karanlığın parçalarından kurtulmak için âlemi yarattığı inancındadırlar.
Heyhat… Mani Dini’ni savunanlar haktan ne kadar uzaklaştılar böyle. Aydınlığı kadim sayıp her hayrın ondan olduğunu ve her ilmin, hayrın ilkinin o olduğuna inanan kimse ne büyük cehalete düşmüştür. Aydınlık ilahı sadece cahil değil aynı zamanda acizdir. Zira mademki aydınlık sadece hayrı yaratmaktadır öyleyse âlemin çoğu niye şerlerle bezenmiştir?
Bunun gibi Seneviyye (iki ilaha inanan) olan kişiler de inançlarında karmakarışık şeyler vardır. Onlardan bazıları Mani’nin aksine esas yaratıcının karanlık olduğunu inanıyorlar. Karanlık tabidir aydınlık ise sonrada vaki olandır.
Gerek Mani Dini gerekse de Seneviyye hepsi hezeyandan ibaret lakırdılardan başka bir şey değildir. Onları bu inanca sürükleyen şey nedir? Delilleri nelerdir? Bu meselede asıl olan şudur: Gerek karanlık olsun gerekse de aydınlık her ikisi de değişmek, halden hale intikal etmek, parça parça olmak, güzel ve çirkin halleri olan yaratılmışlardır. Eğer karanlık veya aydınlık âlemin cüzlerine dönüşmüş olsalar idi, her ikisin de âlemin hadis ve yok olması ile fani olurlardı. Sonra her ikisinin ilah olması mümkün e değildir. Çünkü her ikisinde de acizlik ve cahillik açıktır. Âlem; kendisini var edenin âlim, hâkim ve kuvvetli olmasına delalet etmektedir. Kaldı ki aydınlık ve karanlıktan her biri tek başına kendisine delalet edecek bir şey yaratmaya kadir değildir. Böyle olunca her ikisinin yaratıcı değil sadece yaratılan olduğu sabit olur. Meselenin diğer bir yanı da şudur: Âlemde hayır diye nitelendirebileceğimiz mutlak ve ebedi hayır ve şer diye nitelendirebileceğimiz mutlak ve ebedi şer yoktur. Dolaysıyla kendi başına müstakil ne hayır ilahı ne de şer ilahına delalet eden hiçbir şey yoktur. Sonra asıl olan şudur: Hayır ve şerrin birleşmesi birbirine nüfuz etmesi özelliklerinde birbirine kaynaşmasına vesile olur. Böylece karanlık olan bir şeyden de hayır çıkmış olur. Tek başına bununla bile hayırdan şer olmaz, şerden de hayır olmaz gibi sözleri batıl olmuş olur.   
Maniciler veya Seneviyye İnancına sahip olan kişilerin bazısı (vejetaryenler) bu karanlık ve aydınlık hikayesinden kendilerince şer’iat (kanun) uydurmuşlardır. Bunlara göre kesilen hayvanları yemek haram (yasak, insanlık dışı, vahşi bir iş)dır. Hâlbuki bizzat kendi inançlarına göre kesilen hayvanları yemek daha haklı bir davranış olacaktı. Çünkü hayvanı kesmekle karanlık olan cesetle aydınlık olan ruhun arası ayrılmış olacaktı (ruha özgürlük sağlanacaktı).
Onlar, şerrin hayır cevherinden, hayrın da şer cevherinden meydana gelmesini inkâr ediyorlar. İşte bu görüştür ki, onları iki asıl vardır inancına sevk etmiştir. Hâlbuki şerrin yaratılmasındaki hikmeti anlamaktan aciz kalmak, iki asıl vardır demeye insanı mecbur kılmaz. Şerrinde kendine göre incelenmesi ve hikmeti vardır. Onlara şöyle diyebiliriz: Aydınlık ve karanlıktan her birinden aynı anda hayır ve şerr gelmediğini kabul ettiğimiz zaman nasıl olur da onlardan her birinin vasfı bu olur da her ikisinden (içinde şer ve hayır olan, hatta tek maddede bile şer ve hayır olan) âlem meydana gelir. İç içe çelişkilerin içine düşmüşlerdir. Bunun içindir ki sen onların kendilerine yaptıklarından daha büyük bir aptallık ve cehalet göremezsin.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Görülen Görülmeyene İşaret Etme Meselesi

Görülenin görülmeyene işaret etme meselesinde birçok değişik görüş ortaya atılmıştır. Bu görüşlerden birisi de şudur: “Gördüğümüz varlıklar, görünmeyen varlığa delalet eder. Çünkü görünen, görünmeyen için bir asıl teşkil etmektedir. Ve asıl ve fer her zaman birbirine kıyaslanabilir. Dolaysıyla görünmeyende görünenin benzeridir.” Bu görüşten yola çıkarak görünmeyenin görünen gibi olduğunu ve âlemin kadim (ezeli) olduğunu iddia etmeye kadar vardırmışlardır. Bu tezlerini tıpkı zamana benzettiler. Zira şu an ki zaman kendinden önce geçen ve kendisi gibi olana (ve aslında kendisi gibi sonradan olmaya) delalet eder. Şöyle demektedirler: “Hiçbir vakit yoktur ki kendisinde âlemin başlangıcı düşünülsün de kendisinden öncesi düşünülmüş olmasın. Böylece âlemin meçhul kalması batıldır.” Düşünülen bir vakitten hiçbir yoktur ki kendisinden sonra olan bir vaktin düşünülmesi mümkün olmasın. Bu bile zamanın hadis olduğuna delalet eder. Bununla beraber zamanın başlangıcının olmaması mümkün olursa bütün vakitler batıl olur. Zamanı alemin kadimliği için delil getirmek en olmayacak şeydir. (Zaman adı üstünde zamandır ve sürekli akar gider, değişir.)
 Bunlara göre âlem ezelde nasıl ise öyledir ve onlar varlığa bir öz (heyûlâ) yükleyenlerle birdir. Onlar; “âlem ilk madde ile kendi kendine var olmuştur” demişlerdir. Hâlbuki âlem zıtların birbirine geçtiği bir yerdir ve değişimlerin alanıdır. Bu zıtlıkları idare etmek ve değişimler tek başına âlemin sonradan meydana geldiğine delalet eder. Dolaysıyla görülen âlem, görülmeyenin vasıflarını anlamak için yeterli değildir. Öyleyse Allah, yaratılmış her şeyden öte bir varlıktır. O, birdir.   
Allahü Teâlâ (cc)’nın vahdaniyeti (birliği) sayılardaki gibi birlik şeklinde değildir. Zira sayılardaki “bir”in yarımı ve cüzleri vardır. Allah zıtlardan ve kendisine benzeyen hususlardan beridir. Çünkü Allah’ın zıttı olduğuna inanmak Allah’ın ilahlık sıfatını inkâr etmektir. Allah’ın benzerini iddia etmekte aynıdır. Esasen bütün yaratılmışlar şekillerin, zıtların ve benzerlerin ismi altında toplanmıştır. Şekil ve zıtlar ise yok olma ihtimalini ve bir olmayı imkânsız kılmayı ifade eder. 
Allahü Teâlâ birdir. O’nun benzeri yoktur. Kendi zatı ile daimdir, kaimdir. Kendisinin zıttı, eşi, benzeri yoktur. Bu sözümüz; “O’nun misli (O’na benzer) hiçbir şey yoktur” (Şura Suresi: 11) ayetinin tefsiridir. Zira benzeri olan her şey bir sayının (bir cinsin) altına girmiş olur ki, bunun en azı ikidir. Ve zıttı olan her şey de zıddının altında yok olacak sıfatlara sahiptir. Şekiller de sayının altındadır ve bu katılmasıyla çift olur. Allah, azamet ve büyüklükte, kudret ve hükümranlıkta birdir. Benzemek ve zıttı bulunmaktan beri olmakla birdir. Bunun içindir ki; Allah’a cisimdir, arazdır (eşyaya nitelik sağlayan şey) diyen kimsenin sözü gerçek dışıdır. Çünkü araz ile cisim nihayetinde eşyanın taşıdığı bir manadır. Böyle anladığın takdirde yaratılmış herhangi bir şeye izafe edilen herhangi birşeyin Allah’a izafesinin imkânsız olduğu açıktır. Cenab-ı Allah’ın hiçbir sıfatı hiçbir zaman mahlûkattan birinin sıfatına benzemez velev ki yaratışmış herhangi bir şeye Allah’ın sıfatlarından biri izafe edilse bile. Dolaysıyla Allah’ı mahlûka benzeten müşebbihenin inattan başka bir delili yoktur.  Allah’ı görülen âlemin ihtimal ettiği bir şey olduğunu zanneden Müşebbihe; aslında yaratıcıyı inkâr etmiştir.
Mahlûkatın her açıdan birbirine benzemesi mümkün değildir. Çünkü eğer böyle bir durum olsaydı tüm yaratılanlar tek derdik. Hâlbuki yaratılanları (taş, demir, hayvan, insan) diye birbirinden ayırıyoruz. Burada şunu demek istiyoruz. Nasıl yaratılmışlar birbirlerine bazı açılardan benziyor bazı açılardan benzemiyorsa (yani böyle bir özellikleri varsa) eğer biz Allah’ı herhangi bir şekilde yaratılmışa benzetirsek Allah’ı da yaratılmışların bir parçası olarak görmüş olurduk.
Allah’ın isimlerinin ispatında veya sıfatlarının tahkikinde yaratılmışta bulunan herhangi bir şeyle benzetme mümkün değildir. Allah’ı bilmek ve ilahlığını hakkı ile anlamak ancak isimlerle olur. Buna mecburuz ve kelimelerle Rabbimizi anlamaya çalışırız. Bu açıdan görülmeyenin bilinmesi ancak görülenle bilinir diyebiliriz. Zira Allah’ı tanımak için başka bir gücümüz yoktur. Hatta bırakın yaratıcı meselesini bizler mevcut olan herhangi bir şeyi bile hissetmeden bilme imkânına sahip değiliz. (Elektrik çarpmadan elektriği, aklımızı hissetmeden aklımızın varlığını bile anlayamıyoruz.) Bizler bizim kelimelerimiz dışında bir isim vererek bilgi elde etmeye imkân sahibi varlıklar değiliz. Yalnız şunu diyebiliriz; “Allah âlimdir fakat diğer âlimler gibi değil.” Bu sözümüzle yaratılmış herhangi bir şeyle Allah’ın ilminin benzerliğini ortadan kaldırmak istedik. Zaten bir sıfat Allah hakkında kullanılıyorsa muhakkak ki, yücelikle beraber anılır. (Allah âlimdir demek zaten O’nun ilminin başkaları gibi olmadığını beyan etmek demektir.) Görülen âlemin görülmeyene işaret etme meselesini biraz daha açalım:  
Görülen âlem, kendisini meydana getiren yaratıcısına işaret eder. Ama görülen âleme bakarak yaratıcı şöyledir veya böyledir demek mümkün değildir. Görülen âlem, kendisinin misli ve benzerinin bulunmasına işaret etmez. Bu kıyaslar doğru değildir. Çünkü böyle bir kıyas doğru olsaydı âleme kendi açısından bakan herkesin kendine göre ilah anlayışını tasdik etmemiz icap ederdi. (Kimi âleme bakar vahşi bir yer der ve ilah vahşidir der. Kimi de âleme bakar ilah sevgi doludur der ve kimi kimi birçok şeyler.) Böyle bir şey ise hakikatin çok uzağında olan bir şeydir. Öyle ise görülene bakarak görülmeyen mutlaka şöyledir demek doğru bir davranış değildir. Kaldı ki görüleni bile tam olarak kuşatamayan ve hakikatine vakıf olamayan bizlerin görülmeyen şöyledir demesi nasıl mümkün olur? Bu tür kıyaslar ancak mahlûkat içerisinde birbirine benzeme meselelerinde kullanılabilir. Mesela “şu şey ateş gibidir” demek gibi.  
Yukarıda “Gördüğümüz varlıklar, görünmeyen varlığa delalet eder. Çünkü görünen, görünmeyen için bir asıl teşkil etmektedir. Ve asıl ve fer her zaman birbirine kıyaslanabilir” söyleyen kimselerden bahsetmiştik. Bu sözü söyleyen kişi şunu bilmeli ki; gerek görülen gerekse de görülmeyen husus ancak yaratılmış olandır. Bu cümle kendine göre ters terkiptir. Yalnız görülenin aslın parçası görülmeyenin ise asıl olduğu meselesinin delili nerededir? Bunun içindir ki bu terkip daha baştan kabul edilmesi gereken bir terkip değildir. Belki de gördüklerimiz asıl görmediğimiz onun bir parçasıdır. Kaldı ki akıl ile bilinir ki, var olan birçok şey kendi cevherinden hariçte asıl olarak var olur. “Yazı” ve “bina” bu konuda güzel bir örnektir. Burada harfler mi asıldır yoksa kelime mi?
Görünen âlemde; ruh, akıl, işitme, görme, heva ve heves ve bunlara benzemeyen idrak edilemeyen, ihata olunamayan şeyler vardır. Gözlerimizle göremediğimiz kesif (elektrik vs.) gibi varlıklar da öyledir. Eğer görünmeyeni asıl ve kadim olarak iddia edeceksek şöyle saçma bir hükme ulaşmamız da mümkündür: Akıldan meydana gelen akıl, görmekten meydana gelen görmek ve işitmekten meydana gelen işitme… Bilinen bir gerçektir ki; her yaratılan kendisinden meydana gelen arasında bir irtibat mutlak benzerlik olmadığı ortadadır. Böylece aralarında çeşitlilik olduğundan bunların hepsinin sonradan olduğunu söylemek zorundayız. (Akıl, ruh, işitme, heva her şey değişmekte ve kendilerinden meydana gelen şey de onlardan farklı şeyler olmaktadır) Elbette değişen varlık kadim olamaz. Dolaysıyla şu hükme varırız. Allah, görülen ve görülmeyen bütün unsurları ile âlemden ayrıdır ve benzersizdir. Ve âlem, kendisine benzemeyen ilah tarafından yaratılmıştır.
Burada şunu belirtmek zorundayız. Muhakkak ki yazı, kendisini bir yazana delalet eder. Ama yazıyı kimin yazdığına delalet etmez. Yazıyı yazan melek, insan yahut cin olabilir. Yazı hiçbir zaman yazıyı yazanın mahiyetine, keyfiyetine işaret eder. Yazı ile yazıyı yazanı benzetmeniz anlamsızdır. Yazı nihayetinde bir yazı yazana işaret eder. Âlem, kendisinde bulunan her şeyi ile aynen bunun gibidir. Her varlık, keyfiyeti ve mahiyetini delalet etmeyecek şekilde yaratıcısına işaret eder. Âleme bakarak Allah’ı da bir şeylere benzetmek olacak şey değildir.

Mevcudun üzerine delalet ettiği şey delalet ettiği yönlere göre muhtelif olarak tezahür etmiştir. Allah’ın yaratıcı olması âlemin aciz olmasından, Allah’ın alim olmasının delili yaratılmışın kendi varlığını bilememesinden (cahilliğinden) bilinmektedir. Öyle ise biz âlemin Allah’a işaret etmesini âlemin Allah ile uyumlu olmasından değil aksine benzemezliğinden çıkarıyoruz. Dolaysıyla Allah, aleme hiçbir açıdan benzetilemez. (Sonuç olarak âleme bakarak Allah’da şöyledir vs. demek doğru değildir.) 

16 Mayıs 2014 Cuma

Âlemin Yaratıcısı Vardır

Aslında âlemin ilahının bir tek olması hususunda açıkladığımız meseleler âlemin yaratıcısı olduğu konusunda da açıklayıcıydı. Ama burada meseleyi (âlemin yaratılması meselesini) biraz daha irdelemek istemekteyiz.
Dünyada kendi kendine diyebileceğimiz hiçbir hareket yoktur. (Kendi kendine hiçbir olay meydana gelemez) Âlemde birşey kendi kendine var olsaydı kendisine hiçbir zeval meydana gelmez bütün şerleri başından defedebilirdi. Tek başına bu durum âlemin yaratıcısı olduğunu ispat eder.
Âlem dediğimiz ikiye ayrılır: Diri ve ölü âlem. Dirilerin, kendi başlangıcından habersiz olmasını bir kenara bırakın hiçbir diri, kendisine arız olan arızaları giderememektedir. Ölü âlem için bu meseleleri konuşmak bile anlamsızdır. Ve önemlisi âlemde diri olsun ölü olsun hepsi arazlara (renk gibi) muhtaçtır. Arazlarda cevhere (vücut gibi). Hepsi (arazı, cevheri, diri, ölü) birbirinden aciz âlemle karşı karşıyayız.
Âlemin tabiatında zıt unsurlar (siyah beyaz, madde anti madde gibi veya suda yanıcı ve patlayıcının bir arada bulunması) mevcuttur ve bu mevcutların bir arada toplanması (kendi kendine) mümkün değildir. Öyleyse bu zıt unsurları bir araya getiren bir yaratan vardır.   
Âlem kendi zatı ile mevcut olsaydı bir had üzere bulunması lazımdı. Ama âlem değişimlerden kendini koruyamamaktadır. Sonra âlem kendi kendine nasıl var olacaktı? Çünkü kendi kendine var olması için önce kendi dediğimiz bir kendisine ihtiyacı olacaktı. Mesela “kitap üzerindeki bu yazı kendi kendini yazdı” dersek bu yazı (kendi) nerededir ve nedir? “Gemi kendi kendini yaptı” dediğimizde gemi olmadan önce o kendi dediğimiz gemi nedir? Veya “şu bina kendi kendini yaptı” dediğimizde o binayı yapan “kendi” nedir? İşin aslı bu “kendi” dediğimi hiçbir şey yok ve âlemlerin ancak yaratıcısı var.
Âlemdeki en küçük denilen şey (atom hatta atomun parçaları) bile mahiyetini idrak etmekten aciz olduğumuz parlak bir alamete, hayranlık verici bir hale ve hikmete sahiptir. Bütün düşünürler bir araya gelse ve bütün ilimlerini (ve irfanlarını) kullansalar bu en küçük şeyin künhünü idrak etmekten aciz olduklarını bilirler. İşte bu acizlik bile tek başına yaratıcıyı işarettir. 
Âlemin bir defada kendi başına olması mümkün olsaydı bir defada yok olması da mümkündü. Yani hiçbir sebepler zincirine âlem muhtaç olmazdı. Ama görüyoruz ki, âlem değişimden değişime geçmekte, çeşitli halleri kendi içinde barındırmakta, diriyken ölü, ölü iken diri, birken ayrılmak, ayrı iken birleşmek, küçükken büyümek, büyük iken küçülmek, temizken pislenmek, pis iken temizlenmek gibi değişimlere maruz kalmakta ve bu değişimlerin hepsi ancak bir başka sebebe muhtaç olmaktadır. Âlem değişimde bile başkasından yardım almadan değişmemektedir. Elbise başkasının boyası olmadan değişmemektedir. Gemi bir başkası inşa etmeden olmamaktadır. Âlemde hiçbir şey ama hiçbir şey kendi kendine bir değişime bile girememektedir.
Âlemdeki herhangi bir şeyin şu an bulunduğu var olma kudreti, bu durumuna işaret eden ilme işarettir. Ve var olan şey bu ilimden mahrumdur. Bu ilimden mahrum iken (kendi varlığını anlamaktan aciz iken) kendi kendine var olduğunu söylemek nedir? Evet âlemlerin bir yaratıcısı vardır.   

Âlemin Yaratıcısı Birdir

Tevhid Ehli’nin inandığı ilahtan başkasının ilahlık davası işitilmediği gibi başkasının ilahlığına işaret eden herhangi bir delil de zikredilmemiştir. Hiç kimsede ila diyebileceğimiz bir mana bulunamamıştır. Allah’tan başka hiç kimse akılları tesir altına almaya icbar edecek, mucizelerle teyid edimli peygamber de göndermedi. Öyle ise âlemin yaratıcısının birden fazla olduğunu söylemek hayale tapmak ve vesveseden ibaret bir kuruntudur.
Hiç şüphesiz peygamberlerin mucizelerle teyit edilerek gelmeleri âlemin yaratıcısının bir olduğuna delalet eder. Çünkü eğer mucizeler, Allah’tan başkasının ilahlığını iptal eder ve eğer başka ilah olsaydı bu mucizeleri durdurmak için elinden geleni yapardı. Böyle bir hadise ise yani peygamberlerin mucizelerini durdurma keyfiyeti hiçbir dönemde yaşanmamıştır. Bununla birlikte müstekbirler ve inatçılar, insanların sözlerini ilahi bir söz gibi lanse etmeye çalışan kimseler bütün sayısal güçlerine ve kuvvetlerine rağmen peygamberlerin mucizesi gibi bir mucize getiremedikleri gibi peygamberlerin mucizelerini de engelleyememişlerdir. Zira Hak İlah ve mahlûkatı yaratan bir tek ve Kahhar Allah’tan başkası değildir.
Aklen sabittir ki; âlemin yaratıcısı birden fazla olsaydı her ikisinin de ilahlığı iptal olurdu. Şöyle ki; herhangi bir şeyi onlardan biri, yaratmak istese diğeri onu yok etmek isterdi. Bu durumda ise âlem diye bir şey meydana gelmez ve âlemde istikrar söz konusu olmazdı. İki ilah olsaydı iki aciz varlık karşımıza çıkardı.   
Padişahlar ve hükümetlerin en bariz vasfı kendilerinin iktidarına ortak olmak isteyenlerle mücadele etmek, onları yenmek ve iktidarı taşımak hususunda çift başlılığa izin vermemektir. İki başlılık olduğu zaman muhakkak biri diğerini, hükmünü infaz etmekten men eder ve gücü yettiğince diğerinin iktidarını zaafa uğratmaya çalışır. Bu adeta yeryüzünün kanunudur. Âlemde de çok ilah olsaydı ilahlar arasında mutlaka çatışma meydana gelirdi. Bir ayette şöyle buyrulur: “De ki: “Allah ile birlikte dedikleri gibi ilahlar olsaydı, o takdirde onlar Arş’ın sahibine bir yol ararlardı.” (İsra Suresi: 42) Ayrıca Allah’tan başka ilah olsaydı yeryüzü fesada uğrardı. Bir ayette şöyle buyrulur: “Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir, münezzehtir.” (Enbiya Suresi: 22)
Eğer başka bir ilah olmuş olsaydı, kendi gücünü, hikmetini izhar etmek isteyecek ve kendi fiillerini mutlaka Allah’ın fiillerinden ayırmak için mücadele edecekti. Çünkü şöyle buyrulmaktadır: “Allah evlat edinmemiştir. O’nunla beraber hiçbir ilah da yoktur. Aksi takdirde her ilah kendi yarattığını yanında götürür (idare eder)  ve bir gün muhakkak onlardan biri diğerine galip gelirdi. Allah onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.” (Mü’minun Suresi: 91) Bir başka ayette de şöyle buyrulmaktadır: “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah'dır”. De ki: “Allah'dan başkalarını, o kendi kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar verebilenleri dostlar mı ediniyorsunuz?” De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Hiç karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” Yoksa Allah'a, O'nun gibi yaratan birtakım ortaklar buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: “Allah, her şeyi yaratandır. O, birdir. Her şeye üstün ve kahredicidir.” (Rad Suresi: 16)
Eğer başka bir ilah olsaydı her biri diğerini memnun etmeye çalışırdı. Birbirlerini idare etmeye çalışırlardı ki; tek başına bu bile ilahlığın vasfına aykırıdır. Buraya kadar anlattığımız ilah ve ilahlığın vasfı açısından tek ilah olmanın zarureti idi. Şimdi meseleye bir de yaratılmışlar açısından bakalım.
Eğer birden fazla ilah olsaydı, âlemin bütün işleri karmakarışık olurdu ve asla istikrarı söz konusu olmazdı. Yazlar ve kışlar yer değiştirir, bitkilerin yerden çıktıktan sonra olgunlaşabilir, Güneş, Ay ve yıldızların seyri darmadağın olabilir, insanın gıda maddeleri sürekli değişebilir, hayvanlar bir var olup bir yok olabilirdi. Ve akla hayale gelmedik gariplikler…

Âlemde bir düzen, nizam ve yol olduğuna ve âlemde kanunlar yer olduğuna göre ve bu kanunlar, birçok idarecinin idaresiyle mümkün olmayacağına göre âlemin yaratıcısı birdir. 

Âlem, Sonradan Yaratılmıştır

Yaşayan hiç kimse kendisinin kıdem (ezeli) sıfatına sahip olduğunu iddia etmediği gibi böyle bir sıfatın işaretine de kimse sahip değildir. Böyle bir iddia da bulunan kişinin yalancı olduğu zaruri olarak bilinir. Zira o kişinin başlangıcı sabittir ve sırf bu yüzden yaşayanların hepsinin hadis (sonradan) olduklarını söylememiz şarttır. Ölülere gelince onlar zaten dirilerin idaresi altındadır ve onlar hadis olmaya daha layıktır. 
Âlemin yaratılmış olup olmadığı (hadis olması) hususunda haber, akıl yürütme ve gözlem metoduna başvurarak karar veririz.
Haber; Allah’tan bize gelen delildir ki insanoğlu benzerini getirmekten acizdir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın her şeyin yaratıcısı, göklerin ve yerin var edeni ve her şeyin sahibinin Allah olduğu haber verilmiştir. Haberlerin delil olma keyfiyetini daha önce söylemiştik.
Gördüğümüz her varlık, kendi başına müstakil değil aksine birçok şeye muhtaçtır. Kıdem olmanın ilk şartı ise başkasına muhtaç olmamaktır. Ayrıca bu gördüğümüz varlıklar, zıt ve muhtelif tabiatların birleşimidir. Bu ise bu nesnelerin başkalarıyla birleştiğini ve sırf bu özelliği ile sonradan olduğunu ortaya koymaktadır.
Âlem, cüzlerden meydana gelmiştir ve cüzler yok iken sonradan olmuştur. Bu cüzlerin aynı zamanda çoğalması, gelişmesi, değişmesi hadisliğin delilidir. Maddenin özünün sonsuz olduğu farz edilse bile sonsuz olanın cüzlerle bir araya gelmesi söz konusu olamaz.
Gördüğümüz ve hissettiğimiz tüm varlıklar; ya temizdir veya pistir. Küçüktür, büyüktür, güzeldir, çirkindir, aydınlıktır, karanlıktır ve bu tüm özellikler değişime ve yok olmaya müsaittir. Değişen veya yok olanın özelliği ise dağılabilme özelliğidir. Dağılan ve bölünebilen bir varlığın ise kendi zatı ile kaim olması mümkün değildir. 
Sadece duyu organlarıyla değil akıl yürütme yoluyla da âlemin hadis olduğunu anlayabiliriz.
Bir cisim ya hareket halindedir veya durağandır. İkisinin bir arada olması mümkün değildir. Hem hareket hem de sükûn hiçlik demektir. Bu durumda ya sükûn ya hareket hadistir. Ezelde birinin var olması diğerinin batıl olmasını icap ettireceğine göre her ikisi de hadistir. Yine cisim ya hareketli ya da hareketsiz kalmak durumundadır. Buna mecburdur ve mecbur olduğu ve başkalarının idaresine mahkûm olduğundan âlem cisimdir.
Âlem; noksanlık, fazlalık, çirkinlik, güzellik, temiz veya pis olma, hareketli olması, durağan durması, ayrılması, birleşmesi ile sürekli değişir, daima değişir. İki zıttın bir arada olması mümkün olmadığından bu değişimler sürekli sonradan olur.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir. Bütün bu değişimleri meydana getiren bir öz bulunması lazımdır ve bu öz ezelidir. Bu fikre katılmıyoruz. Bu özü yaratanda Allah’tır. Bazı insanlar buna mahiyeti belirsiz “heyûlâ” diyorlar. Ne demek istediğimizi şöyle açalım: Kaba koyulan herhangi bir şeyin kabın hacminden büyük olması mümkün değildir. Bunun içindir ki insanın meniden, ağacın tohum tanesinden meydana gelmesi mümkün değildir. Heyûlâ menide ise meni ya yok olmuştur veya değişime uğramıştır. Bu durumda heyûlâ denilen şeyin batıl olduğu da ortaya çıkar. Meni yok olması başlı başına onun kadim olmadığına delildir. İnsan, apayrı bir varlık olarak yaratılmıştır.
“Ahirette insan, ahirette baki olmayan bir şeyle baki kılınacak, bugünde insanın kadim olmayan bir şeyle kadim olması niçin mümkün olmasın?” gibi bir soruyla karşılaşmak mümkündür. Bu soruya iki türlü cevap verilebilir:
Aslında burada demagojiden başka bir şey yoktur. Zira hadis olmanın anlamı yok iken sonradan olmaktır. Ezelde yok olmayan kadimdir. Sonradan olan hiçbir şeye kadim denilemez. “Kadim olmayan bir şeyle” demek zaten o şeyin kadim olmadığını itiraf etmek demektir. Bekanın vasfı ise sadece kendisi ile bulunsun veya bulunmasın zaman akımında devamlı var olmaktan ibarettir. Beka ile kıdemi birbirine karıştırmak doğru değildir.
İkincisi; insanın ahirette baki olması bize gelen haberlerle (ayet ve hadislerle) sabittir. Ya bu haberleri kabul edip teslim olursunuz bu noktada âleminde hadis olduğunu kabul etmelisiniz veya haberlere teslim olmazsınız bu durumda ahiretteki hallerden bahsetmeniz kendi kendinizi yalanlamaktır.  
Herhangi bir şey ancak kendinden önce var olan şeyler sayesinde var olur. Tek başına bu bile âlemin hadis olduğuna delildir. Mesela biz birisine “Ne zaman bir lokma yerse başka bir lokma da ye” dersek bu kişi ilk lokmadan sonra diğerini yiyecek ve sürekli yemek halinde kalacaktır. Bu ise bir başlangıç halini ifade eder. Başlangıç olduğu vakit kendisine ilave edilecek ve fazlalaşacak ilaveler söz konusu olabilecektir. (Başlangıç olmazsa değişim, fazlalık, eksiklik vs. olmaz) Her sayının başı vardır. Hangi sayıyı ele alırsanız alın mutlaka başlangıç sayesinde vardır. Sonucun ne olduğu önemli değildir.
Kâtipsiz yazı, ayıran olmadan ayrılık, hareket ettiren olmadan hareket, durduran olmadan durmak mümkün değildir. Var eden olmadan da âlem olmaz. Birbirine zıt, sürekli hareket halinde olan âlemin birbirine uyumlu bir şekilde var olması hayret verici bir iştir. Bütün bunlar âlemin hadis olduğunun delillerindendir.
Âlemin bütün parçaları adeta kendisinin hadis olduğunu haykırır. Parçaların kendi başlangıçlarını bilmemesi, kendisinde bozulan yerlerini tamir edememesi, kendisi gibi bir varlığı var edememesi, acizliği… vs.

Mutezile’den çoğu cisimlerde yer alan hareket ve sükûn gibi sıfatların maddenin kendi özünden kaynaklanmadığını kabul ediyor. Lakin ne gariptir ki, onlar ebedilik hususunda çelişkiye düşüyorlar ve maddeye kendi zatından ebedilik veriyorlar. Hâlbuki kendi kendine var olabilen ve kendi özü ile ebedi kalabilen bir varlığın öncelikle kadim olması lazımdı. Ve aslında bu görüşe de yaklaşmışlardır. Çünkü Mutezile, âlemin tümünde Allah’ın sıfatlarının bazısının katıldığını öne sürüp âlem onunla var idi demektedirler. Onların nazarında Allah’ın irade ve fiil sıfatları da âlemin bir parçasıdır. Buna göre Allah’ın zatı, âlem yok iken mevcut idi. Sonra âlemin olmasından başka bir şey meydana gelmemiştir. Öyle ise âlem, kendi zatı ile var idi ve kendi zatı ile bakidir. Bu görüşün tevhid inancını yok ettiği malumdur. (Âlemin kendinde kendinden menkul bir güç, öz adına ne derseniz deyin herhangi bir şey yoktur. Âlem yaratılmıştır ve yaratılmaktadır.)